michel petrucciani

michel petrucciani

cam kemik olarak da bilinen Osteogenesis Imperfecta hastalığına yakalanmış olmasına rağmen gerçek bir devdir... 4 yaşında Duke Ellington’u izlerken piyano çalmaya karar vermiştir ve oyuncak bir piyanoda başlamıştır kariyerine... daha sonra eski bir piyano onun kullanabileceği hale getirilmiştir... tabii 13 yaşında dünya çapında bir piyanist olunca kendisi için özel bir piyano üretilmiştir... Petrucciani piyanoları... 13 yaşında ilk profesyonel konserini veren petrucciani 18 yaşına geldiğinde çok başarılı bir trio nun üyesi olmuştu bile... inanılmaz bir sol el ustasıdır... 21 yaşında blue note bünyesine katılır... dondurmaya bayılır...

babası tony ve erkek kardeşlerinden philippe gitar çalmaktadırlar... diğer erkek kardeşi louis ise bas gitaristtir... kariyerinin ilk yıllarında başta babası olmak üzere, kardeşlerinin çok fazla desteğini görmüştür... tüm amacı duke ellington olabilmekti ancak ilk başlarda klasik piyanoya ağırlık veriyordu... kafasındaki hedef ise iyi bir cazcı olabilmekti...

1982 yılında amerikaya gitti... 1985 yılının 22 şubat günü gerçekleşen ve blue note şirketi ile çalışan 30 büyük caz sanatçısının katılımı ile new york town hall de düzenlenen gösteride yer aldı... belgesel niteliğinde çekimi yapılan bu gece, dünya caz tarihinin gelmiş geçmiş en büyük gecesi olarak kabul edilmektedir... one night with blue note adı ile çekilen belgesel bugün bile en önemli caz belgesellerinden biri olarak kabul edilmekte ve hala daha satılmaktadır...

1986 yılında wayne shorter, jim hall ile birlikte bir albüm çıkardı... daha sonra dizzy gillespie ile çalışan petrucciani 1994 yılında pariste legion d'honneur ödülüne layık görüldü...

michel petrucciani

akıl almaz, anlaşılması çok güç bir tekniği vardır... doğaçlamaları mükemmeldir... çoğu zaman keith jarrett ile karşılaştırılmıştır... bence de bu 2 isim caz piyanoda en büyüklerdir... romantiktir... doğaçlama yapıyordur ama siz klasiklerden birini çalıyor izlenimine kapılırsınız... birden müthiş tekniği ön plana çıkar... dinlediğiniz cazdır... sahnede sadece kendi piyanosunu çalmaz... standart kuyruklu piyanoyu çalarken çıkışlarda piyanonun en son tuşuna kadar iner, çıkar, iner bir daha çıkar... çift el çalıyor zannedersiniz ama bir eli ile piyanoya tutunmak zorundadır... bunu bence bilerek yapar... büyüklüğünü ispatlamak için değil, ders vermek için... 36 yaşında artık tamam derken bizlere september second, play me, brazilian suite, bimini, she did it again ve benzeri bir çok unutulmaz bırakmıştır...

konserini canlı izleyen herkes tabureye zar zor oturtulup ilk nota duyuluncaya kadar petruccianiye acır... son nota basıldıktan sonra da kendi haline acır!!!...

"Kürtaja karşı değilim, zaten bu ayrı bir tartışma. Oğlum Alexandre, benim yenilenmem demek. Olağanüstü bir hayatım var. Ben orada olmaktan mutluyum, oğlum da. Umarım o da iyi bir kariyer yapar. Onu kabul etmemek benim için kendimi kabul etmemek olurdu." ... Bu sözler Michel Petrucciani ye ait... 8 Kasım 1998 de yapılan son röportajında, kendisiyle aynı kaderi paylaşan oğlu ile ilgili bir soruya veriyor bu yanıtı... İkisinin de ortak kaderi kalsiyum emilimini reddeden ve cam gibi kırılgan olan kemikleri idi... bu sebeple boyları da uzamadı...


110 cm lik boyu ile karşımda gördüğümde bana “evet kesinlikle önemli olan fizik degildir” i bir kez daha yenileten Petrucciani yi ben o günden beri, 11 yıldır istisnasız her gün, günde bir kaç kere hatırlarım... ve sürekli dinlerim... aklıma gelmediği 1 gün bile geçmemiştir... müzisyen olan babasının vakit geçirsin, oyalansın diye aldığı oyuncak piyanoyu kırıp, babasına zorla eski ve kötü de olsa gerçek bir piyano aldırtarak ilk kez 1967 yılında dokunduğu piyano tuşları onu ölümüne kadar hiç bırakmadı... 4 yaşında Duke Ellington u dinlerken başladığı müzikte 13 yaşına geldiğinde en az onun kadar ünlü olmayı başarmıştı!!!...

sadece 36 yıl yaşadı petrucciani ve olağanüstü yaşadı... minicik bir boy devasa bir yetenek; kısacık ama olağanüstü bir hayat!!! tezatların kurduğu bir denge... sahneye ilk çıktığında koltuk değnekleriyle ağır ağır ve zorla ama dimdik yürüyen bir nokta görüyorsunuz... yardımcıları sandalyesine oturtuyorlar... bir süre bekliyor... tüyleriniz daha o çalmadan diken diken oluyor o sahneyi görünce... o sahne 11 yıldır gözlerimden gitmeyecek kadar büyüktü!!! ... minicik boyu ile Petrucciani sanki her yanı dolduruyordu... o kadar büyüktü ki... lirik piyanonun romantik prensine yakışacak kadar romantik ve inanılmaz derecede mükemmel bir müzik anca zaten Petrucciani den çıkar... boyu küçüktür... piyanonun alt tuşlarına yetişebilmek için bir eliyle piyanoya tutunmak zorundadır!!! çoğu parçasını da o şekilde çalar!!! seyirciyle alay eder yani!!! hayata karşı kazanmış olduğu büyük zaferi seyircisiyle bu şekilde paylaşır!!! virtüozitesi en üst seviyededir... karizması da… seyircinin ayakta alkışlaması insanın gözlerini yaşartır... bir kaç bis i süresince seyirci hiç oturmaz... o minicik devin karşısında oturabilmeyi kendisine yedirebilecek insan tanımıyorum... konser sonrasında ise istisnasız herkesin kafasında şu soru kalır: duyduğum mu gerçekti yoksa gördüğüm mü!!! Piyanosunu çalmaya başlayıncaya kadar acıdığınız bu deha, konser sonrasında müthiş ve karşı konulmaz bir eksiklik hissederek mekandan ayrılmanıza sebep oluyor... o bunu istemiyor büyük ihtimalle ama üzüntü, acıma, hayranlık ve ezikliği sırasıyla yaşatıyor size ve evinize gönderiyor... o evrensel bir sanat dehası ve yetenek olduğu için hep geniş zaman kullandım yazımda... ama artık onu canlı seyredebilmek mümkün değil... ne yazık ki büyükler hep hızla yaşayıp erken ayrılıyorlar... sanki hepsinin de bir görevi var ve onu yerine getirip, derslerini verip ayrılıp gidiyorlar...

Michel Petrucciani "Take the a Train" & "On Top of the Roof" - LIVE 1998

 

gazeteci denis jeambar'ın michel petrucciani ile 1998 yılında yapmış olduğu bir söyleşiyi aşağıda paylaşmak istedim... ağırlıklı konu doğaçlama...

caz, kültürümüzün ayrılmaz bir parçasıdır. hem besteci hem de yorumcu olan size göre; nasıl oldu da afro-amerikan gettosundan gelen bu müzik dünyayı fethetmeye geldi? evrenselliğinin sırrı nedir?

bence bunu cazın kökenlerinde aramak gerekiyor. pamuk tarlalarında, birbirleriyle konuşmalarına izin verilmeyen siyah köleler arasında doğdu. şarkı ve ritim aracılığıyla kendilerini ifade etme ve iletişim kurma özgürlüğü buldular.

bu özgürlük cazın özü mü?

bilirsiniz, caz yüzde altmış anlık yaratımdır. bana göre gershwin veya stravinsky ile eşit olduğu için sık sık referans aldığım duke ellington'a şu soru soruldu: "bir beste ile doğaçlama arasındaki fark nedir?" cevap verdi: 'zaman'. gerçekten de, bir saat, bir gün veya bir ay boyunca kesin bir tema üzerine beste yapılırken, doğaçlama hemen gerçekleşir. aksiyon resmi gibi: asla bir fırça darbesinin izini sürmezsiniz. ilginç bir hikaye anlatmakta hemen başarılı olmalısınız. bu caz.

çok teknik olmadan, doğaçlamanın nasıl çalıştığını açıklamaya çalışın. doğaçlama yaparken kafanızdan neler geçiyor?

tarif etmesi zor ama deneyeceğim. bir yanda yazılan melodik dize var, diğer yanda bu dize etrafında örülen doğaçlama. gözümün önünde melodik bir çizginin açıldığını görüyorum ve anında onunla karışacak ve onunla birleşecek bir şey çalıyorum. bu doğaçlama biçimi, çok daha fazla ton rengine sahiptir ve armonilere dayalı doğaçlamadan çok daha erişilebilirdir. her halükarda, iletişim kurma, tutkumu başkalarıyla paylaşma arzuma tekabül ediyor. dinleyiciler beni motive ediyor.

bu teknik tanımın ötesinde, hayal gücünün rolü var.

benim için önemsediğim şey ses. temiz, kristal, çok hassas, gittikçe daha kesin olmalıdır. bir sesin sesi, aradığım ses bu.

caz denilince insanın aklına hemen tempo geliyor. hem sıradan hem de gizemli bir kelime. sizin için tempo nedir?

karmaşık! her şeyden önce sahneye çıktığınızda yerinizi bulmanın bir yolu. ortaya çıkmalı ve kendinize şunu söylemelisiniz: 'ben buranın ustasıyım'. alanın tamamına sahip olun. o zaman her şey sana ait: perdeler, sandalyeler, insanlar, döşeme tahtaları, tavan, ışıklar... salon bir yumurta, hem içinde hem dışındayım, onu hareket ettiren benim. hikayeyi anlatıyorum, özellikle solo performansta. monologu yönetiyorum. her şey mükemmel bir şekilde yerine oturmalı. oturduğum piyano taburesini alın - beş veya altı santimetre sağa veya sola koyun, her şey değişir. tekrar ediyorum: bir çeşit kozmogoni içinde yerinizi bulmalısınız. bazen başaramazsın ve o zaman bu bir felakettir. on konserden, gerçekten sadece üçü yada dördü işe yarıyor. böyle zamanlarda tempo kendiliğinden gelir. bir ritim kendini dayatacaktır. sanatçının kalbi, seyircinin kalbi, piyanonun ruhu, mekanın ruhu, hepsi birdir. bir osmoz gerçekleşir, çalan artık ben değilim, seyircidir. paris'te salle pleyel'de itzhak perlman'ı dinleyen bir seyirci olarak bu duyguyu yaşadım. oturduğum yerden iki metre yukarıdaydım, havada süzülüyordum. ertesi sabah partnerim isabelle'e 'çimdikle beni, rüya görmüş olmalıyım' dedim. bir sanatçı böyle bir deneyim sunduğunda, bu büyülüdür. bunu hatırlamak -görebileceğiniz gibi- tüylerimi diken diken ediyor.

diğer müzisyenleri sık sık dinler misiniz?

çok sık! caz piyanistleri -bill evans, erroll garner, art tatum- ama aynı zamanda klasik müzik. yorum için değil, kompozisyon için. özellikle fransız izlenimcilerinden -ravel, debussy- ve rachmaninov gibi büyük romantiklerden sık sık fikirler alıyorum.

bir örnek verebilir misiniz?

tabii. rachmaninov, chopin'in bir parçasından sağ el satırını aldı ve ondan çok güzel bir sol el yaptı. ben de rachmaninov'un sol el satırını alıp sağa aktardım, sonra onun altına sol el için bir satır daha yazdım. melodinin adı 'farelerin dansı'. cazda, tüm müzisyenlerin ödünç aldığı charlie parker ve dizzy gillespie'nin cümleleri var. sözcükler gibidir: onları kendi tarzınıza göre yeniden düzenler ve bir stil yaratırsınız. intihal değil, oyunun bir parçası. sanatsal genler bu şekilde aktarılır.

Yorumlar

Popüler Yayınlar

Popüler Yayınlar